Ali Çavuş – Zeynel Lüle

Ali Çavuş Atatürk’e 5 yılı aşkın süre boyunca yaverlik yapmış sebatkar, candan, becerikli ve vazifeşinaz bir askermiş.

Gözü kapalı bir dürüstlük ve yürekten bağlılıkla Ata’ya can yoldaşlığı yapan Ali Çavuş, görevinden azledildikten sonra bizzat Atatürk tarafından kendisine verilen üstün çalışma belgesini ömür boyu onurla koynunda gezdirmiş.

1967’de, Atatrük’e yaverlik yaptığı döneme ait anılarını kitap haline getirerek onlarca yıl sonra bizlere Kurtuluş Savaşının ne berbat şartlarda, hangi yoksulluk ve sefillik içinde, ne büyük fedakarlıklarla kazanılmış olduğunu anlatırken, birçoğumuzun daha önce hiç bilmediği kimi eğlenceli, kimi düşündürücü anıları özenle sunmuş.

Cumhuriyet’ten sonra kendisine Metin soyadı bizzat Atatürk tarafından verilen Ali Çavuş’un anılarını içeren kitabın birkaç kopyesi aile fertlerinde bulunmaktadır.

Gazeteci torunu Zeynel Lüle kitabın yol göstericiliğiyle o döneme ait dokunaklı tarihi okurlarına biraz daha geniş bir çerçevede sunmuştur. Cumhuriyet tarihi dersleri hala veriliyorsa, derste okutulmasının yararlı olacağına inandığım bu kitaptan birkaç zengin anıyı paylaşmak istiyorum.

Ali Çavuş’u ilk görüşünde “Sen Enver Paşa’nın yanındaki Ali Çavuş değil misin?” diye soran Atatürk’e doğru cevap vermekten korkan genç asker, bu tersliğe rağmen zamanla Ata’nın güvenini kazanmayı başaracaktır. Daima dikkatli, ileriyi gören, çabuk düşünen ve zeki Mustafa Kemal, evvelce Enver Paşa gibi saldırgan ve gerici birinin yanında çalışmış Ali’ye biraz şüpheyle yaklaşsa da sonradan bu gayeli, vefalı, işbitirici, mert ve ilkeli çocuğu çok sevecektir.

İstanbul’a teslim olmadığı taktirde tutuklanacağını bildiren telgrafı alır almaz memuriyetine ve askeri rütbesine son veren Mustafa Kemal, birkaç saat içinde üniformasını çıkarıp sivil kıyafetlere bürünecektir. İşte bu tarihi olay sırasında Ali Çavuş büyük kahramanın soyunup giyinmesine bizzat yardım edecektir. Çok sevdiği üniforması yine Ali Çavuş tarafından kaldırılıp saklanacak, uzun ve çetin sınavların sonunda tekrar sahibine kavuşacaktir.

Günler süren uykusuzluk, rahatsızlık, yorgunluk, açlık ve bedenen tükenmişliğe aldırmadan, batmış bir imparatorluktan milli bir devlet yoğurmak aşkına, her türlü olumsuzluk, yoksulluk ve acizliğe insan üstü bir azimle karşı gelen Mustafa Kemal ve etrafındaki bir avuç destekçi 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisini kurarlar. İşte bu güne Çocuk Bayramı diyen Atatürk, nedenini şöyle açıklayacaktır: “İşgal kuvvetlerini nasıl olsa atacağız. Fakat karşımızda 600 küsur senelik bir imparatorluğun dağılmış da olsa bir hükümeti duruyor. Onun karşısında meclisimiz çocuk sayılır. Onun için bu günün adına Çocuk Bayramı diyelim. (sf. 108)

İnce düşünce, kibarlık, ve adalet güdüleriyle, bulunduğu yeri ve konumu vicdani bir akılla tartarken isimlendiriverdiği büyük gün neredeyse 90 yıldır kutlanmaktadır. Nice 90 yıllara!

O günlere ait anıları hararetle okurken birkaç yerde göz yaşlarımı tutamadığımı da itiraf edeyim. Mustafa Kemal ve maiyetindeki birkaç kişi Ermenak köyünde bir eve girerler. Orta yerde birkaç kilim, ve raflarda bir iki boş tencereden başka eşyası olmayan evde iki kadın bir beşiğin başında oturmaktadırlar. Kadınlardan biri bebeğin anası, diğeri de nenesidir. Yaşlı kadın konuşma sırasında “Türemeyesice bir Mustafa Kemal çıktı. Oğlumu elimizden alıp asker etti. Başka kimsemiz yok (sf 116).” derken karşısındakinin Mustafa Kemal’in ta kendisi olduğundan habersizdir. İşte gözlerimden süzülen inciler, bu zavallı köy kadının evlat hasretiyle sarfettiği saf, dürüst ve dokunaklı sözlerinin devamıdır! Daha sonra Ata’nın merhameti askere kısa süreliğine de olsa izin verdirtecek ve anayı oğluna, gelini kocaya kavuşturacaktır.

Atatürk beyin ve kelleyi çok severmiş, biliyor muydunuz? Bir de asla karanlıkta yatamazmış. Hamamcıdan, berber ve garsondan çekinirmiş; onların insanı rezil de vezir de edebileceğini düşünürmüş.

Kahve içmeye olan tutkusuyla Atatürk, o dönem yaveri olan Ali Çavuş sayesinde mis kokulu taze kahvesinden hiç mahrum kalmamış.

Birkaç yerde dilbilgisine ait zamanların, hatta aynı paragraf içinde, uyuşmadığını görmek rahatsızlık verdi. (sf:133, 142). Örneğin “di’li geçmiş zaman” kullanılırken birden “şimdiki zamanda” anlatıma geçilmesi güzelim anılardan gereksizce çıkıp tekrar odaklanmaya zorladı. Gazeteci yazarın destansı bir dil kullanmasını beklemedim ancak dilbilgisine ait kurallara biraz daha dikkat edilmesi okuyucuya hediyedir!

Özellikle gençler Türk askerinin ayağında çarık bile yokken, aç ve sersefil halde düşman askerinin ağır teçhizatı karşısında “iman ve dayanışma duygusuyla” devasa bir savaşı kazanışını bir kere daha gözden geçirsinler. Cumhuriyetimizin ne büyük bir enkaz altından çıktığını tekrar hatırlasınlar ve ona sahip çıksınlar! Son tahlilde, Ali Çavuş’u  genç yaşlı herkes okusun isterim.